... (Ziyaretçi)
| | Gülme Kampanyası
Son günlerde Berlin’de nereye gitsem, «Lachen Sie bitte! Lachen ist gesund!» yazılı bir afişe rastlıyorum. «Gülün lütfen! Gülmek sağlıklıdır!» diyor. Yazı çember şeklinde yazılmış. Çember yazının ortasında gülen bir karikatür var. Bu bir Alman atasözü. Tartışılmaz bir doğruluğu ifade ediyor, ama benim dikkatimi çeken, böyle bir afişe neden gerek duyulduğudur.
Bu afişi gördükten sonra, sokakta, çarşı-pazarda, trende, otobüste, metroda insanlara daha dikkatli bakmaya başladım. Sahi neden asık suratlı, buz gibi soğuk, ürkütücü ve donuk bakışlıydılar? Yoksa somurtmak önemli bir sorun haline mi gelmişti? Öyle olmasa niçin para harcayıp afiş bastırsınlardı ki?
Oysa bu insanların caddeleri geniş, ışıklı, tertemizdi. Herkesin aşı, eşi, işi, parası, evi, evinin önünde arabası, yanında garajı vardı. Şehrin en ücra köşelerine her beş dakikada bir kitle taşıma araçları gidiyordu. Diğer kentlere her saat hızlı trenler ve bütçeye uygun lüks uçaklar kalkıyordu. Yılda en az bir kez gidip, Ege ve Akdeniz’in parlayan güneşinde bronzlaşıp gelebiliyorlardı. Yeşil alanları, ormanları, yüzme havuzları, çocuklar için her köşede oyun parkları, gençler için dans salonları vardı. Yarınları güvencede sayılırdı; hastalık sigortaları, işsizlik sigortaları, hayat sigortaları vardı; «hastalanır, yaşlanırsam...» diye düşünmüyordu kimse.
Yasakları, ayıpları, günahları yoktu; tüm yasaları ve dini kendi arzularına ve egolarına göre ayarlamışlardı. Gösteriler, çok uzun konvoylar halinde karnaval şenliklerini andırır bir görünümle sürüp gidiyor, polis kimseyi coplamıyor, kimsenin üzerine tazyikli su fışkırtmıyor, gaz bombasıyla kalabalığı dağıtmaya çalışmıyordu. Gecekonduları yoktu, kimsenin evi başlarına uçurulup insanlar sokağa atılmıyordu. Teröristleri, şehitleri, enflasyonları, fay hatları, depreme dayanıksız çürük yapıları, belediyenin açtığı kanalizasyon çukurları, şeriat ve darbe tehlikeleri yoktu.
Her rengin partisi, her mesleğin örgütü vardı. Homoseksüeller, lezbiyenler, fahişeler, derneklerini özgürce kurup meydanlarda gümbür gümbür yürüyerek haklarını arıyorlardı. Kimse onları lanetleyerek, kınayarak, ayıplayarak toplum dışına itmiyordu. Öyleyse niçin gülmüyordu bu insanlar?
Komaya giren doğayla birlikte acaba insanın doğası da mı bozulmuştu? Ruhsal dengeleri altüst olan ve asabı bozulan insan gülmeyi mi unutmuştu yoksa?
Yoksa bunlar olmuştu da, yaşamın telaşı içinde bunlardan habersiz mi yaşıyorduk? Kapitalizmin tüketim merkezli çarkı, insanları bencilliğe, yalnızlığa ve bunalıma mı itmişti? Çağın vebası olarak ortaya çıkan iletişimsizlik ve yalnızlık, onlara gülmeyi mi unutturmuştu?
Neydi bu somurtkanlığın nedeni, hazır paketler halinde sunulan statik yaşam mı? Bıktırıcı bir durağanlık, rahatsız edici bir rahatlık içinde sıkılıyorlar mıdı? Yiyecekleri çikolatayı, içecekleri suyu, yıkanacakları sabunu sermaye sahipleri mi belirliyordu? İnsanların hangi makyaj takımını, hangi kokuyu, hangi tıraş bıçağını kullanacaklarını onlar mı söylüyordu? Araba lastiklerinin reklamlarında bile hiç ilgisi olmayan cinselliği kullandıkları için, artık hiçbir gizemi ve çekiciliği kalmayan cinsellik, çok sıradan bir «görev» haline mi dönüşmüştü? Sevmek, paylaşmak, gülmek, başka bir takım amaçlar uğruna unutturulmuş muydu yoksa? İnsanlar sadece aşını ve işini düşünen iki boyutlu basit varlığa mı dönüştürülmüştü? Niçin gülmüyorlardı, devlet neden gülmeleri için afişler bastırıp caddelere ve meydanlara asıyordu?
Peki benim ülkemde somurtmuyor muydu insanlar? Elbette somurtuyorlardı, ama rahatlıktan değil, sefaletten... Kış gelip kapıya dayandığında yakacak kömür bulamıyor, «hayırsever» hükümetin gayretiyle bir şekilde kömüre kavuşsa, bu kez de çürük bacalardan sızan gazlarla zehirlenip komaya giriyordu. Komaya girenler için ambulans çağrılsa -ki bu araçların bir diğer adı da «cankurtaran»dı, bu cankurtaranlar trafik kaosunu aşıp bir türlü vaktinde gelemiyor ve kimsenin canını kurtaramıyordu. Bu araçlar, ilâhi kudretin takdiriyle mucuzevi bir şekilde trafik dağını aşıp gelse bile komaya giren vatandaş hastanede sıra bulamıyordu. Rica minnet hastanede sıra bulsa, bu kez de ödeyecek parası olmuyor, doktorlar da hastasını «rehin» alıyordu. Bu insanlık dışı uygulama, sadece benim ülkemde vardı, çadırlarda yaşayan aşiret toplumlarında bile «hastasını rehin alan doktorlar» yoktu.
Bu nedenle benim ülkemin insanları da somurtuyordu, fakat rahatlıktan değil, sefaletten... Buna rağmen «hayırsever» hükümet para harcayıp afiş bastırmıyordu. Çünkü benim ülkemin insanı bir şekilde bir çıkış yolu bulmuş, «gülerek» değilse bile «ağlayarak» deşarz olmaya başlamıştı. Gerçi benim ülkemde insanlar sağlıklı eğitim yapamıyorlardı, fakat kendi hayat deneyimleriyle öğrenmişlerdi ki, «gülmek» kadar «ağlamak» da sağlıklıydı.
Sadece «ağlayarak» değil, bağırıp çağırarak, en ufak sorunlarını bile silah ve bıçakla hallederek deşarz olmanın yollarını keşfetmişlerdi. Kendisiyle kavgalı, ailesiyle kavgalı, komşularıyla kavgalı, toplumla kavgalı bir ulusun ortaya çıkış hikâyesi işte bu, özel televizyon kanallarında güne her sabah kavgalı başlamalarının nedeni buydu.
Berlin’in ara sokaklarında, ünlü caddelerinde, geniş meydanlarında, gittiğim her yerde o afişleri arıyor gözlerim. Afişlerin bazıları karalanmış, çizilmiş, bazıları yırtılmış... Bazılarına yeni şeyler eklenmiş. Gülen karikatürün kafasına, radyo antenini andıran ince uzun çubuklar çizilmiş mesela... «Kıçımıza bir pil, tepemize de iki anten takarsanız güleriz» mi demek istemişler acaba? Son günlerde bu afişlere taktım kafayı. Berlin sokaklarında onlardan başka hiçbir şeyi görmüyor gözlerim.
Vehbi Bardakçı
Sanatsal Haber, 16.10.2009
|